Bölüm - 2

No Way! [YOU]

Ertesi sabah gözünü açtığında, küçük ahşap kulübede kendinden başka kimseyi göremedin. Adanın diğer insanı muhtemelen erkenden kalkıp, evini terk etmişti. Elbette seni daha fazla görmemek için olduğundan adın kadar emindin. Yumuşak şilteden istemeye istemeye kalkıp, mahzun gözlerle bir bakış attın. Kapının önüne konan yavru bir kediden farkın yoktu. Buradan kurtulacağını umduğun birkaç gün boyunca muhtemelen kumlar üzerinde yatacağından, bu yumuşak şeyi özleyecektin. Dışarı çıkıp başını gökyüzüne kaldırdığında, sık ağaçlardan sızan ışınların yönünü de göz önünde bulundurarak saatin öğlene yaklaştığını düşündün. Leş gibi ter kokuyordun, karnın açtı ve dilin damağına yapışmıştı. Bu durumlarla şimdiye kadar karşılaşmamışken, şimdi tam bir sefaletin göbeğindeydin. Hatta şu durumda sefalet senin göbek adın bile olabilirdi. Öncelikle bir su kaynağı bulup susuzluğunu gidermeli, karnını doyurmalı ve şartların izin verdiği ölçüde kendini temizlemeliydin. Odun adam, dün gece buralardaki bir şelaleden söz etmişti değil mi? Öyleyse onu arayarak başlayabilirdin. Ona, onun yardımı olmadan da hayatta kalabileceğini kanıtladığında yaşayacağın tatmini düşündüğün. Bu beklenti, bacaklarına hiç olmadığı kadar güç verdi.

Uzun bir süredir şelaleyi arıyordun, belki de susuz olduğun ve herhangi bir zaman ölçerin olmadığından böyle hissediyordun. Hatta belki, şu an duyduğun su sesi başına güneş geçtiği için duyduğun bir işitsel halüsinasyondu. Ama hayır! Yüzüne vuran bu serin ve küçük su damlacıkları seni yanıltıyor olamazdı! Gerçekten de, birkaç hızlı adımdan sonra gördüğün şey sana mutluluk çığlığı attırmıştı. En son ne zaman bir şeye bu kadar sevinmiştin? Üstelik de çığlık atacak kadar? Belki çocukluğunda... Şöhret dünyasına adım attıktan sonra içten bir şekilde gülümsediğini bile hatırlamıyordun çünkü.

Koşarak, şelalenin oluşturduğu küçük göle girdin. Su kalça seviyene geliyordu. O kadar temiz ve berraktı ki dibindeki taşları görebiliyordun. Yüksekten dökülen şelaleden kaçan küçük su damlacıkları, -rüzgarın da yardımıyla- serin ve nemli bir ferahlığa dönüşüyordu.

Mutlulukla, kendini suya bıraktın. Hala sevinç çığlıkları atmaya ve suyu kollarınla sıçratmaya devam ediyordun. Buna bir ara verip yüzerek şelalenin döküldüğü yere gittin. Avuçlarını suyla doldurup kana kana içtikten sonra yüzünü yıkadın. Bu sırada duyduğun ses lanet adada bulup bulabileceğin birkaç dakikalık huzurunu kaçırmaya yetmişti.

''O su içmek için. Orada yıkanıp suyumu kirletme.'' Kafanı sesin geldiği yöne çevirdiğinde, bay mağara adamını ve yanından hiç ayırmadığı sopasını gördün.

''Yıkanmıyorum, su içiyorum sadece. Bu da mı yasak?'' ona inat suyun içinde yüzmeye devam ediyordun. Birdenbire, güçlü bir şeyin seni çektiğini hissettin. Bu dibi görünen suda, bataklık olamazdı değil mi? Değildi de zaten. Seni kıyıya çeken şey, şu an tam üzerinde durarak, ıslak saçlarından süzülen damlaların yüzüne damlamasına yol açan Kris'ti. Bonus olarak da ellerin başının üzerinde birleştirilmişti. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısacık sürede, bu saçma pozisyona nasıl olmuştu da gelmiştiniz? Görüş açına giren belirgin köprücük kemiklerini, keskin çene hattını ve ıslak saçlarla çevrelenmiş seksi yüzü ise, zor da olsa görmezden gelmeyi tercih etmiştin. Beyninin fotografik yönüne sövmeyi de aklının bir kenarına not ederek elbette.

''Bu adada kalacaksan kurallarıma riayet etmen iyiliğine olur. Ben bu suda yıkanma diyorsam yıkanamazsın. Suya yaklaşma dersem yaklaşamazsın. Ormana girme dersem giremezsin! Burası benim toprağım. Burada kanun da, kural da benim! Anladın mı?'' kaşları çatık ve dişlerini sıkarak konuşurken oldukça korkunç görünüyordu. Bir an sonra, gözleri yüzünde dolaşmaya başladı. Bakışlar biraz daha aşağı kaydıktan sonra, sanki bir şeyin farkına yeni varmışçasına silkinip ayağa kalktı. Yattığın yerden doğrulup, az önce şiddetle sıkılan bileklerini ovuşturdun. 4 kalın parmağın belirgin kırmızı izi, rahatlıkla seçiliyordu. Vahşi hayat öldürmese de, bu vahşi adamın burada fazladan kalacağın her saniye için seni öldürmeye niyetli olduğu belliydi.

''Nerede yıkanayım peki?'' sesinin güçlü çıkmasını umarak sordun.

''Bu suyu takip et ve denize döküldüğü yere git. Orada kil de var. Temizlenmek için kullanabilirsin. İğrenç görünüyorsun. Berbat kokun da cabası.'' Arkasını dönmeye tenezzül etmeden cevaplamıştı. Yerinden kalkıp, dediği gibi suyu takip etmeye başladın. Birkaç adım atmıştın ki arkandan seslendi.

''Sakın ortalıkta çıplak dolaşayım falan deme! Burası zannettiğinin aksine küçük bir ada ve her an karşılaşabiliriz. Dikkat etsen iyi olur.'' Duydukların sinir katsayını on binlere çıkarsa da, dişini sıkıp dayanmalıydın. En fazla bir hafta içinde seni kurtarmaya birileri gelecekti, bundan emindin. Bu sürede bu sinir bozucu adamla tartışmaktansa, doğanın tadını çıkarmak daha akıllıca olurdu. Onu yok sayıp, görmezden gelebilirdin. Ne kadar zor olabilirdi ki? Yıllardır içinde bulunduğun camia da bunu gerektirmiyor muydu? Arkanı dönmeden başını salladın ve yürümeye devam ettin.

***

Şimdi sıra karnını doyurmaktaydı, ki sen bunu en kolay kısım olarak görüyordun. Bu tropik ve yemyeşil adada meyve bulmak ne kadar zor olabilirdi ki? Ancak bir sorun vardı ortada, yükseklik korkusu olan biri ağaca nasıl tırmanabilirdi?

Biraz daha yürüyünce, ileride kırmızı meyvelerle dolu ve çok da yüksek olmayan bir ağaç gördün. Bu ağacı gözüne kestirmiştin, biraz zıplayarak ulaşabilirdin meyvelere. Aşağı dallardan bir meyve koparıp burnuna götürdün. Enfes kokuyordu. Üzerine silip ağzına götürecekken, yine aynı sinir bozucu sesi duydun. Bu defa hayatını kurtarmıştı bu ses.

''O şeyi yiyip, 5 dakika içinde felç mi olmak istiyorsun? Zehirli o!'' yanına gelip elindeki meyveyi kapmış ve fırlatmıştı. Yine aynı kızgın ifadesiyle şaşkın suratına bakıp, bağırmaya devam etti. ''Hayvanların aklı yok ama içgüdüleri var. Sende o da yok! Bu ağaca yaklaşan herhangi bir hayvan gördün mü? Hayatta kalmak istiyorsan hayvanların yaklaşmadığı ağaçlara yaklaşma! Ölüp başıma kalmanı istemiyorum!''

''Teşekkür ederim, hayatımı kurtardın...'' dedin fısıltı gibi sesine eşlik eden dolu gözlerinle.

''Bu kadar aptal olmazsan, ikimiz için de kolay olur.'' Yüzü bir anlığına dahi olsa yumuşayabiliyordu, sözleri ise asla. Bu sırada aklını bir şey kurcalamaya başlamıştı. Zihnini kemiren soruyu ona yöneltmeden rahat edemezdin.

''Burada olduğumu nerden bildin?''

''Seni takip falan etmiyorum tamam mı?'' İrice açtığı gözleri yetmezmiş gibi, seni inandırmak için kafasını da iki yana sallıyordu ''Dediğim gibi, burası küçük bir ada ve her an karşılaşabiliriz. Sadece yolum düştü bu tarafa, sakın altında farklı bir şey arama.'' Yutkunup boğazını temizledikten sonra devam etti. ''Seni korumak istediğim falan yok, sadece ölme yeter. Peşinden gelenlere izahat yapmakla uğraştırma beni.''

Sopasını sürükleyerek uzaklaşırken geride kafası oldukça karışık birini bırakmıştı. Hem sana kötü davranıp hem de hayatını kurtarıyordu. Bu hiç tutarlı değildi.

***

3 gün geçmişti. Gelen giden yoktu. Bütün gün kumsalda oturup, bir uçak ya da gemi görmeyi bekliyordun. Sana umut verebilecek herhangi bir şey. Ama geçen her dakika, umudundan da bir parçayı alıp götürüyordu. Yaşadığın stres yüzünden gittikçe kilo verdiğini hissediyordun. Şortun belinde durmuyordu artık. Tişörtünün ise içinde kayboluyordun. Stres yüzünden iştahın yoktu, bu da mesleğin yüzünden kazandığın bir alışkanlıktı. Büyük defilelerden önce de hep böyle stres yaşar, hiçbir şey yiyemezdin...

Bomboş hissediyordun artık. İçindeki umut yerini karamsarlığa bırakıyordu yavaş yavaş... Bu adada ölüp gidecektin anlaşılan... Hiç kimse hatırlamayacaktı seni... En acısı da buydu. Belki ölümüne sevinenler bile olacaktı... Bu kadar kalpsiz insanlarla doluydu çevren. Bu acı gerçekle kalbin bir kez daha sızladı. Dökecek gözyaşın bile yokken, bu acı çok fazla geliyordu.

Şu an yalnızca uyumak istiyordun. Bedenine söz geçirecek halde değildin. Yorgun, bitkin ve tükenmiş hissediyordun. Hayatta kalmanı gerektirecek bir nedenin yoktu artık. Yavaşça sıcak kuma uzandın. Gözlerini kapatırken tek dileğin ölmekti. Sana 'Sakın ölme!' diyen bir uğultu duysan da, bu seni kararından vazgeçirmedi. Yaşayıp da ne yapacaktın ki? Eninde sonunda ölmeyecek miydi herkes? Senin kaderindeki ölüm de, yaşadığın ışıltılı ve şaşaalı hayatın aksine ıssız bir adada sessiz sedasız olacaktı demek ki...

*** KRIS ***

Şu aptal kız geldiğinden beri diken üstündeyim! Bana neyse?! Sürekli olarak, başını belaya sokacağı düşüncesi zihnimi kurcalıyor. En azından birileri onu kurtarana kadar onu takip edip göz kulak olmam gerektiğini hissediyordum.

Suya girdiğinde o kadar mutlu görünüyordu ki, istemsiz olarak gülümserken buldum kendimi. En son kaç yıl önce gülümsemiştim? Hatırlamayacağım kadar uzak bir zamandı sanırım... Şu an neden onu rahatsız edecek bir bahane aradığımı ben de bilmiyorum? Tabi ya, ben bu adanın sahibiyim! Peki ya suya atlayıp onu kıyıya çıkarırken aklımdan ne geçiyordu? Sanırım bu görüntü günlerce aklımdan çıkmayacak...

***

Günlerdir kıyıda oturup denize bakıyor. Büyük annem, 'denize bu kadar uzun süre bakarsan aklını kaçırırsın' derdi hep. Bir şey yediği de yok. Sadece günde birkaç defa su içiyor, hepsi bu. Aniden yığıldı... Yoksa? Hayır! Olamaz! Ayaklarım olanca gücümle ve hızımla onun yanına varmamı sağladığında, süzülen gözyaşlarım eşliğinde tek bir cümle sayıklıyordum : ''Sakın ölme, sakın öleyim deme!"

*** BÖLÜM SONU ***

Arada yorum yapsanız hani :') bitmiş olsa da fic ficdir :')

 

Like this story? Give it an Upvote!
Thank you!

Comments

You must be logged in to comment
icequeenhera
#1
BEN GELDİİMM
Krisinfantazisi #2
Canım hikayem. Sonunda kavuştuk:)
DaisyW
#3
Ya unnie bu e mail ayarlamaya yapamadım bir türlü :'(
MKenKawaii
#4
No Way!’imi burada da buldum yalnız bırakmam