İkinci Çiçek

Stalker With A Paper Flower
Please Subscribe to read the full chapter

Kim Jongdae’yi ilk gördüğüm zamanın üstünden üç ay geçmişti.

Geriye dönüp baktığımda üç ayın aslında o kadar da uzun geçmediğini hissediyordum. Sonuç olarak hayatımda çok da yeni bir şey yoktu. Klasik bir şekilde çocuk kitaplarını resimlendirmeye devam ediyordum. Arada birkaç ana okulu ya da çocuklarla ilgili daha bir sürü şey için ufak resimler çizsem de üç ay boyunca beni çizime en çok bağlayan şey blog olmuştu.

Dürüst olmam gerekirse bloğu açtığım ilk ay benim için tam bir hayal kırıklığıydı. Değil blogda yorum yapan birilerini bulmak bloğun görüntülenme sayısı yüzü bile geçmemişti. Buna rağmen bilgisayarı açınca ve kapatmadan hemen önce bloğu kontrol etme gibi bir alışkanlığım olmuştu.

Üstelik blog sayesinde kendimi tekrar eski zamanlarda gibi hissetmiştim. Böyle söyleyince kulağa fazla yaşlı geldiğinin farkındayım ama demek istediğim lise zamanlarını hatırlayınca. O zamanlar çizim benim için hiçbir sınırın olmadığı bir dünyaydı. İstediğimi çizebilirdim. Kimse bana karışamaz ve beni sınırlayamazdı. Resim öğretmenimin beni dersten bırakmakla ilgili tehditleri bile işe yaramazdı çünkü ben sadece kendim için çiziyordu.

Başka hiç kimse için değil.

Bu duyguyu üniversitedeyken kaybetmiştim. Zaten istediğim bir bölüm okuduğum söylenemezdi ama istemediğim bölümün istemediğim –ve zerre kadar sevmediğim- sınavları beni çizimlerimden uzaklaştırmıştı. Çizim defterime aylarca dokunmadığım zamanlar olmuştu. Her seferinde sınavları suçlasam da sonunda biliyordum ki çizmek ya da çizmemek benim elimde olan bir tercihti.

İş bulamayıp da boş zamanlarımda tekrar bir şeyler çizmeye başlayınca bu his biraz da olsa azalmıştı ama çocuk kitaplarına başladığım zaman kendimi yepyeni bir sınırlamalar dünyasında bulmuştum. Eğlenmediğimi söyleyemezdim ama hiçbir zaman beni tamamıyla tatmin eden bir iş olduğu yalanıyla kendimi de kandıramazdım.

Blog için ilk resmi çizmeye karar verdiğimde de bir baskı hissetmiştim. Sanki bütün o insanlar beni çıplak görecekmiş ve ardından da benimle ilgili bir puanlama yapacakmış gibi hissettim. Bu yüzden komik denecek kadar karışık bir resim çizdim ama yine de hiçbir sınırımın olmadığı bir resimdi.

İlk hayal kırıklığını yaşadığım bir ay boyunca başka hiçbir resim yüklemedim.

Ama bu bir aylık sürede bir kişi –adı sweet bilmem neydi- resmime ‘Vay canına gerçekten harika!’ diye bir yorum attı. Yorumu ilk okuduğum da yüzümdeki sırıtışı engelleyemedim.

Uzun zamandır, gerçekten uzun zamandır ilk defa editörüm ya da iş arkadaşlarım dışında birisi bir çalışmama yorum yapmıştı. Ne kadar basit olduğu önemli değildi ya da yorum yapan kişinin sanat hakkında hiçbir şey bilmemesi de önemli değildi. Sonuç birisi benim bir çalışmamı görmekle kalmamış olup aynı zamanda yorum yapacak zaman ayırmasıydı.

İkinci çalışmam kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Aldığım bir projeyi teslim etmek için yayınevine gitmiştim ama editörüm uzayan toplantısı yüzünden biraz gecikeceğine dair bir mesaj atınca seminer odasına oturup elime aldığım deftere -her zamanki alışkanlığım- bir şeyler karalamıştım. İşin komiği karaladığım şeylerin bir kompozisyon içinde olduğunu ancak editörüm odaya gelip ‘O resmi kitaplardan birine koymayı planlamıyorsun değil mi? Çünkü hiçbir çocuğun gerçekten okumak isteyeceğini sanmıyorum.’ demesiyle fark etmiştim. Resim editörün abarttığı kadar korkunç ya da rahatsız edici değildi. Sadece çizdiğim figürler gerçekle hayal gücü arasında gidip geldiği için ilginç bir birleşim oluşturuyordu. Projemi teslim edip eve gittiğimde yaptığım ilk şey çizim padimi çıkarıp resmi bilgisayarda daha detaylı çizmek olmuştu.

İki saatlik çalışmanın sonunda yaptığımla tatmin olmuş ve hemen bloğa yüklemiştim.

Görüntülenme sayım biraz daha artmış ve resimle ilgili birkaç yorum almıştım. Hala hayal kırıklığımı taşısam da bir yandan da mutlu olmuştum. Deli gibi sırıtıp mutlu bir şekilde yemeğimi hazırlamak için başlamıştım.

O günden sonra da çizim için daha önce hiç olmadığım kadar dolu olmaya başladım. Çocuk kitaplarına hala devam etsem de hayal gücümün tıkandığı noktada zorlamıyordum sadece sayfayı kapatıp açtığım yeni sayfada sınırları olmayan bir resim çiziyordum.

Bütün bunları yaparken de masanın köşesinde duran hiç solmayan çiçeğe göz atmadan duramıyordum.

İsmini bile bilmediğim bir yabancının bu şekilde beni etkilemesi garip gelse de sadece durumu daha çok sevmeme sebep olmuştu.

İki ay sonra ise evi temizlerken –bahar temizliği yani!- yastığımın kenarında bana ait olmayan kimliği görünce ilk önce ne olduğunu anlamamıştım. Ama kimliğin üstünde yüzünde küçük bir gülümseme ile bana bakan yabancıyı görünce ilk defa kimliğini teslim etmeyi unuttuğumu fark etmiştim.

Neden geri gelmemişti ki?!

Yani gerçekten kimliği olmayan birisi ne yapabilir ki?! Tamam, belki bu kadar dramatize etmeye gerek yok ama gerçekten kimliği olmadan ne yapmayı planlıyordu.

Kim. Jong. Dae.

Küçükken yan komşumuzun çocuğu da aynı isimdeydi ve çocuktan nefret ederdim. Her zaman saçımı çekip bütün mızıkçılığı bana atardı.

Kimliği dış kapının yanına asılı anahtarlığımın bir köşesine koyduktan sonra yabancının ismini unutmuştum bile. Benim için Kim Jongdae’den ziyade yabancı olarak kalacak birisiydi.

Ama o geceden üç ay sonra, evde yemek yapmaya üşendiğim için en yakın çadıra bir şeyler yemek için gittiğim bir başka gecede, aniden masama gelip yumruğunu masama vuran yabancıyı gördüğüm anda ismini hatırladım.

“Kimliğim! Kimliğimi ver?!”

Çevredeki insanların bakışlarından rahatsız olarak karşımdaki yabancıya baktım. Ne yapmaya çalıştığını soracağım sırada yabancının kim olduğunu fark ettim.

Yabancıydı!

“Sen! Burada ne işin var?!”

Durdu ve gözlerini kırptı. Ardından yüzüne bir sırıtış yerleştirdi. Başka bir zaman –yanımdaki masadaki kız grubu gibi- yakışıklı olduğunu ya da güzel bir gülümsemesi olduğunu düşünebilirdim ama üstünden yayılan alkolün kokusunu almamak için burnumu tutarken başka bir şey düşünmek zordu.

“Kimliğim?” Az önceki maço hallerine tezat bu sefer sevimli bir ses tonu kullanmıştı ve bir eliyle masadan destek almaya çalışırken diğer elini de bana uzatıp avcuna bir şey koymamı bekler gibi uzatmıştı.

“Y-yanımda değil.”

“Ov. Gerçekten mi?”

Dudaklarını neden ördek gibi uzatıyordu?! “E-evet. Evde.”

Bir süre bir şey söylemedi. Ardından masada neredeyse boş olan tabağıma baktı. Ardından arkasını dönüp muhtemelen onun masası olan masaya baktı. Elini cebine attı ve cüzdana benzer bir şey çıkardı.

“Teyze! Biz kaçar!”

Cüzdanındaki bütün parayı masama boşalttıktan sonra yanıma geldi ve koluma girip beni hızla çekti. Bir anlık şaşkınlıkla sarsılırken vücudum yabancının vücuduna dayandı. Ben hiçbir şey söyleyemeden kolumdan sürükledi ve sarsak adımlarla –her nasılsa devrilmemeyi başararak- çadırdan çıktı.

Yine de beni en çok şaşırtan sarhoş haliyle evimin yolunu bulmasıydı.

Üstelik bu durum beni olması gerekenden daha az huzursuz etmişti.

“Ya basamağa dikkat-“

Ben cümlemi tamamlayamadan gürültülü bir şekilde basamağa düştü. “Ya… geçen sefer bu kadar yüksek değildi bu basamak?”

Birisi bana neden hala bu sarhoşu evime götürmeye çalıştığımı hatırlatmalıydı.

Koluna girdim ve basamakları mümkün olan en hızlı şekilde çıkıp kapıma geldik. Tek elle anahtarı bulup kapıyı açmam biraz uzun sürdü ama kapıyı açtığımda ikimizde kapının eşiğine yığıldık.

“Ah! Harika!”

“Ov… Acıdı…”

Hızla ayağa kalktım ve anahtarlığı açıp kenarındaki kimliği çıkardım. “Ya! İşte kimliğin, hadi şimdi git.”

Elbette hiçbir şey bu kadar kolay olmayacaktı değil mi?

Yerde yatan yabancıdan en ufak bir ses çıkmıyordu. “Ölmedin değil mi?” Ayağımın ucuyla dürttüğümde anlamsız bir şeyler mırıldanıp yan döndü.

Bunun nereye gittiğini biliyordum.

Normalde arkadaşlarım kör kütük sarhoş olsa bile evimde kalmasına izin vermezdim çünkü sarhoş insanlar her zaman başa bela olurdu. Ya kendine gelene kadar dürterdim ya da yedek şoförünü çağırıp evine postalardım.

Ama şu anda ne dürtmelerim fayda veriyordu ne de arayacağım bir yedek şoförü vardı.

Sinirler yerde yatan yabancının ayakkabılarını çıkardım ve ardından bir kolundan sürükleyerek geçen sefer yattığı koltuğa sürükledim. Kim Jongdae sarhoşlar hakkında haklı olduğumu birkaç kez yüksek sesle milli marşı söyleyerek birkaç kez bana sarılmaya kalkışarak ve en önemlisi salonumun ortasında kusarak kanıtladı.

Bütün bunlara rağmen pisliklerini temizleyip tıpkı geçen sefer yaptığım gibi yatağını hazırladım ve tekrar koltuğun üstüne yığdım. Kimliğini montunun cebine koyarken yatak odama geçmeden önce son bir kez arkama baktım.

Işıkları söndürdüğümde gölgelerde birisinin olduğunu bilmek –bir kere bile okumadığım kimlik bilgileri dışında hakkında somut bir bilgim olmadığı gerçeğine rağmen- güven vericiydi.

Yine de kapımı kilitlemeden yatmadım.

 

 

*

 

Ertesi sabah yabancıdan geriye kalan tek şey yine çalışma masamın üstüne –kapalı duran bilgisayarımın üstüne- yapıştırdığı bir post-it’ti.

 

Yine sana yük oldum değil mi? Hehe. Ne diyeceğimi gerçekten bilmiyorum ki bu yüzden seninle yüz yüz karşılaşmadan kaçıyorum.

En azından biraz para bırakmayı isterdim ama hiç param kalmamış. Sanırım sarhoşken yine paramı çaldırdım.

Her şey için teşekkürler Hwa Young,

Jongdae.

 

Post-it’in üstündeki kağıt çiçeği aldım ve kokusu olmadığını bilmeme rağmen burnuma götürdüm. Ama beklediğimin aksine bir kokusu vardı. Alkol değildi. Ya da pislik. Hafif bir yabancının kokusuydu.

Önümdeki notla birlikte bu sefer yabancıyı –Kim Jongdae’yi bir kez daha göreceğimi biliyordum. Ve o zaman sormaya kararlıydım.

Adımı nereden biliyordu?

 

 

 

*

 

 

“Blog işini abartmaya başladığını düşünmüyor musun?” Editörümle telefon toplantıları yapmaktan her zaman nefret etmiştim ama yapmakta olduğum konuşma gittikçe daha da rahatsız edici olmaya başlıyordu. “Hala neden öyle bir şeye kalkıştığını anlamıyorum.”

“Çizimlerimi yetiştiriyorum, yayın haklarını ihlal etmiyorum. Daha ne istiyorsun?”

“Blogdaki çalışmaların normal çalışmalarına göre daha farklı ve-“

“İnsanlar aynı kişi olduğumu bile bilmiyor.”

Duraksadı. Köşeye sıkılsa da pes etmeye niyeti yoktu. “Bak… yeter ki bizim ismimizi kirletecek bir şeyler yapma. Yoksa-“

“Sepetlenirim. Evet, evet.”

“Yine istediğin gibi yapacaksın değil mi?”

“Size zarar vermedikten sonra?”

“Her neyse. Sana en son verdiğim hikayeye baktın mı?”

“Ah, şu bulutla alakalı olan mı? Baktım ama bilmiyorum. Açıkçası okuyunca zihnimde çok fazla bir şey canlanmadı.”

Editörümün derin bir iç çektiğini duydum. “Diğer herkesin şu anda çalıştığı başka projeler var. Bir kez olsun deneyemez misin?”

“Deneyebilirim ama içime sinmeyebilir. Biliyorsun-“

“İçine sinmeyen bir şeyi de yayınlamak istemiyorsun ama geçen sefer içime sinmediğini söylediğin o kitap üç hafta çok satanlarda kaldı.”

Yay! Renklendirdiğim kitap üç hafta çok satanlarda kalmıştı! –kocaman yazıları ve cırtlak renkleriyle yirmi son model çocuk kitabı arasında- “Tamam göz atarım.” Ah kendimden nefret ediyorum.

Editörüm telefonda durmaksızın nasıl bir kitap çizmem gerektiğini anlarken esnememi bastırmaya çalışıp söylediklerine odaklanmaya çalıştım ama biraz zordu. Dün gece aklıma gelen bir fikir yüzünden yatağımdan kalkmakla kalmamış sabaha kadar üstünde çalışmıştım. Ama itiraf etmem gerekir ki sonucu gerçekten sevmiştim.

Esnememi bir kez daha bastırdım ve telefonu omzumla kulağımın arasına sıkıştırıp dış kapıyı açtım. Editörün anlattıkları önemli olsa da nasılsa bana telefonu kapattıktan sonra bir bilgilendirme maili ile her şeyi tekrardan anlatacaktı. Ben ne kadar gevşek çalışıyorsam bu adam o kadar sıkı çalışıyordu. Zaten başka türlüsü de olmazdı.

Bina görevlisinin kapının yanında posta kutuma tıkıştırdığı zarfları aldım ve bir yandan da bulutu hafif bir şeker pembesi çizmem gerektiğini hipotezleriyle birlikte açıklayan editöre bilmiyorum diye mırıldandım. Yani şeker pembesi bulut? Daha orijinal olabilir miydi?

Telefonu bir elime alıp zarfları çalışma masamın üstüne bıraktım ve sandalyeme sırtımı yasladım. Elimle zarfları kabaca karıştırdım ve önce hangisine bakmam gerektiğini düşündüm. –kredi borcumun taksitleriyle ilgili dokümana mı bakmalıydım yoksa evin kirasıyla ilgili olana mı?-

Elim en sonunda üstünde latin harfleri yazılı olan bir zarfa gitti. Kaşlarımı çatıp gönderen adresine baktığımda zarfın İtalya’dan gönderildiğini gördüm. Ne zamandan beri İtalya’da tanıdıklarım vardı ve benim bundan haberim yoktu?! “Baksana şu anda çok yorgunum ve gerçekten söylediklerini anlamıyorum. Toplantıya akşam devam etsek olur mu? O zamana kadar ben bir kez daha göz atarım hikayeye.” Sanki 300 kelimelik hikayeye göz atmam saatlerimi alacaktı.

Editörüm iç çekti ama tamam diyip bana dikkat etmem gereken birkaç nokta söyledi. Telefonu kapatınca zarfı yavaş bir şekilde açtım ama tıpkı nefret ettiğim gibi zarf bu nazikliğime saçma sapan bir şekilde yırtılarak cevap verdi. En sonunda hışımla zarfı ve zarfları açarken zarar vermeme takıntımı bir saniyeliğine kenara bıraktım. Zarftan bir kartpostal çıktı. Çok tanımasam da kartpostalın üstündeki resmin ünlü bir ressama ait olduğunu biliyordum. İsmini hatırlamam imkansızdı zaten resimlerini de sadece bir kez görmüştüm ama akılda tutması kolay bir üsl

Please Subscribe to read the full chapter
Like this story? Give it an Upvote!
Thank you!

Comments

You must be logged in to comment
xiexiechen #1
Chapter 5: Böyle pat diye bitiverdi. :( Ne olduğunu anlayamadan. Ama beğendim. Müthiş beğendim. Aşırı beğendim. Jongdae ile ilgili çok fazla fiction yazılmadığı için bu hikayede onu kullandığın içinde çok çok teşekkür etmek istiyorum. Kendi dilimizde onunla ilgili şeyler okumak harika. Yehey :)
bangbangheen #2
Chapter 3: Resmen heyecan yaptım biliyor musun? ai, çok romantikli.... mmkdmmdmfkmf Yeni bölüm yayınlamayı düşünüyor musun? Ehueh TT
bangbangheen #3
Chapter 2: Vay anasını desem ağır mı olur? kdmkdmdkd Duygusal biri olmadığım halde bu bölümde cidden gözlerimin dolduğunu söyleyebilirim. TT ai, ne kadar mükemmel bir şeysiniz, authorniim~
bangbangheen #4
Chapter 1: Birinci Çiçek: Omo, yazış stilini çok beğendim! Devam ediyorum şimdi, diğer bölümlere de yorum yapacağım. TT Çok akıcı bir anlatımın var. :'3